Kitap 1: DESEN: Bölüm 16

Nihbrin
Nihbrin
Published in
12 min readJun 30, 2022

--

***

Başka dünyalar da var.

***

Harabelerin bir dili olsaydı sayısız insanın çığlıkları ve ateşin kızgın gazabını anlatırlardı. Kaç yıl geçmişti? Yüzlerce mi? Binlerce mi? Kim bilir, belki yangınların közleri yeni soğumuş bile olabilirdi.

Yine de bazen tüm gezegeni kaplamış yangından kurtulan bazı eşyalar bulabiliyordu. Orada bir şapka, burada bir cüppe, şurada bir at arabası, aramayı bilen birisinin bulması imkansız olmayan ve birazcık is kaplamış sağlam parçalar bulmak mümkündü.

Siluet çift güneşin altında yine bir yıkıntının tepesinde eğilmiş, derinlerine göz atıyordu. O bir insan değildi. İnsan olsaydı atmosferdeki ne kadar istenmeyen gaz varsa ciğerlerine dolar ve dakikalar içinde onu öldürürdü.

Ancak bu gezegen üzerinde yürümüş nice insana ait fotoğraflar ve resimler bulmuş, saklamış ve yapacak hiç bir şey bulamadığı günlerde onları bakıp durmuştu. Geniş sayılabilecek bir koleksiyonu vardı.

Bazen yeterince büyük ve henüz yıkılmamış bir duvar ile karşılaşırdı. Bunların çoğunda dev harfler ile Netosa yazar, altında ona lanet okuyan irili ufaklı metinler yer alırdı. Bazısında Netosa’yı simgelediğini düşündüğü değişik rünler ile karşılaşırdı. Belki insanlığın bir kısmı yok olmadan önce ona tapmışlardı, belki hepsi birden savaşmayı seçmişti, bunu bilmek imkansızdı.

Okuma ve yazmayı tam yanmamış kitaplardan ve bu duvar yazılarından öğrenmişti ama ne derece doğru olduğundan emin değildi. Konuşamıyordu, hem zaten konuşacak kimse de yoktu. Bu yüzden bir ağzı da yoktu.

Resimlerdeki insanlara benzemeye karar vereli kaç gün dönümü yaşamıştı? Saymak zordu, belki bir tür sistem oluşturmalı ve günleri saymalıydı? Yıllar varsa aylar ve haftalar da olmalıydı. Ancak buna gerek var mıydı? Gezegende hayatta kalan son canlı olabilirdi.

O bir slime, aşağı hayat formuydu. İlk başta tutarlı bir bedeni yoktu. Saydam bir su topuna benziyordu ancak bir sümüklü böcek gibi hareket etmesine rağmen oldukça hızlıydı. Sonra bedenini daha katı formlara dönüştürmeyi öğrendikçe, yuvarlanabilmeye ve diğer nesneleri kavrayabilmeye başlamıştı. Bu gezegende kendisine benzeyen bir başkası yoktu. İkiye bölünerek çoğalıp çoğalamayacağını merak etmişti ancak bu konuda da başarı sağlayamamıştı.

Görünüşe göre yaşlanarak ölmesi mümkün değildi. Doğrusu, gerçek anlamda düşünebilmeye de ne zaman başladığına emin değildi. Kendini bildi bileli, kendisiydi. Zaman geçtikçe daha çok bilgi edindi ve gelişti. Bazen toprağın derinlerine ince uzuvlar halinde iner, oradaki gömülü kalmış nesneleri arardı.

İşte harabelerde de o anda yaptığı tam olarak buydu. Dışarıdan biri onu görse, kafasında geniş ve uzun, uca doğru sivrilen eski püskü bir büyücü şapkası görecekti, ona tam uymayan uzun ve bol katran rengi ama bir türlü eskimeyen bir cüppesi de vardı. Boyu ne olmalıydı? Bazen kısaydı bazen de uzun.

Harabeler eskiden bir büyü okulu olduğunu işaret eden bariyerler ve tılsımlar ile doluydu. Bunca zaman sonra halen güçlerini kaybetmemiş ancak artık hiç bir işe yaramayan çokça büyü, onun insanımsı teninde ufak titreşimlere sebep oluyordu. Belki de slime büyü ile yaratılmıştı? Sonuçta kendisi gibi başkaları daha olsaydı, bu gezegende büyümüş ve çoğalmış olsalardı, onlar ile çoktan karşılaşırdı.

Yıkık merdivenler, eşikler ve sütunlar arasında bu konuda bir ip ucu arıyordu ancak arayışı ne kadar sürecek bilmiyordu. Ne var ki, bu da önemli değildi. Belki bulurdu, belki bulmazdı, tüm zaman onundu.

Bazen tam olarak erimemiş metalik nesneler bulurdu. Yeterince düz bir yüzeyleri varsa kendisine şöyle bir bakar ve resimlerdeki insanlara daha çok benzemek için ufak tefek rötuşlar yapardı. Sonra da o nesneyi gerçek anlamda yerdi.

Hemen hemen bulduğu her şeyi yerdi ama bu nesneler tam anlamı ile sindirilmezlerdi. İstediklerini sonsuza dek bozulmayacakmış gibi saklayabilirdi. Bazen onlara ihtiyacı olurdu, sivri nesneler, asalar, kitaplar ve bu gibi sağlam kalmış metal parçalar onun koleksiyonunda yer alırlardı. Kendi yumuşak bedeni ile çözemediği problemleri bertaraf etmesinde yardımları olurdu. Ulaşmakta güçlük çektiği yüksek bir oda bulduğunda kendisine bir kanca bulması gerekmişti. Ya da bir süre önce bir hayvan iskeleti bulduğunda bunun hangi hayvana ait olduğunu henüz tamamını okumadığı bir kitapta bulmuştu. Hayvanın iskeletini yediğinde ve kitaptaki resmi kullandığında, bu hayvana tamamen dönüşebildiğini fark ederek heyecanlanmıştı. Saatlerce dört ayak üzerinde koşturmuş, tepeden tepeye atlamıştı.

Bir bakıma mutluydu. Var olması için hiç bir sebep yoktu, çoğalamıyordu veya sosyal bir etkileşim kuramıyordu. Ancak hayat keyifliydi. Kendisine oyunlar yaratıyordu.

Harabeler ile işi bittiğinde, yeni bulduğu boş parşömenleri bir araya topladı. Bedeni kömür ile doluydu ve parmağının ucunu bir kalem olarak kullanarak yazmaya başladı. Bulduklarını not alırdı. Bazen de sadece o insanlardan biri gibi yaşasaydı nasıl bir yaşamı olurdu, bunu hayal eder ve hiç yaşanmamış ve yaşanmayacak hikayeler yazardı. Ancak kağıt kısıtlıydı ve bu yüzden zaman zaman taş yüzeylere, mermerlere, duvarlara, artık ne bulursa onların üzerine kazıyarak da oyalandığı çok olurdu.

Kendi kağıdını üretmeyi bile düşünmüştü. Mucizevi bir materyaldi ve bir kitapta nasıl yapıldığı da yazıyordu. Ancak hiç ağaç yoktu. Aslında herhangi bir bitki de yoktu. Bitkilerin neye benzediklerini sadece kitaplardan öğrenebilmişti. Çiçekler görmek isterdi, onlara konan arılar ve belki kafasının üzerinden uçan bir martı. Peki ya deniz nasıl olurdu? O kadar su, bir arada, her yerde. Hayal etmesi çok zordu. Ağustos böceklerinin vızıltısı neye benzerdi? Kar taneleri yere düşerlerken o günün rızkını arayan tilki kafa üstü nasıl atlardı? Görmek istiyordu.

Su bulmak her geçen gün zorlaşıyordu. Su içmek zorunda değildi ama su içebildiğinde bedenini değiştirmekte daha özgür oluyordu. Ne zaman saklanabilmiş ve buharlaşmamış bir miktar su bulsa hepsini bedenine depoluyordu. Bazen yer altına uzun dalışlar gerçekleştirir ve bir şekilde su bulmayı başarırdı. Ancak gittikçe daha derine inmek zorunda kalıyor olması canını sıkıyordu. Belki yeterince uzun süre su içmeseydi o da ölebilirdi. Ölmek istiyor muydu?

Ölmek konusunda çok düşünmemeye çalışırdı. Korktuğu için değil aslında, sadece bunun ona bir faydası olmadığına karar verdiği için düşünmezdi. İnsanların kendileri için iddia ettikleri gibi, acaba onun da bir ruhu var mıydı? Anlatılan duyguları o da yaşıyor muydu? Neşeyi ve kederi ayırt edebilir miydi?

Bir defasında halen işlevsel bir rüzgar gülü buldu. Hafifçe esen ve birkaç yüz derece sıcaklıktaki rüzgarda alev almadan sakince dönen bir nesneydi. Onun için büyüleyiciydi. Gıcırtılı çalışırdı ama hareket ederdi. Hareket eden bir şey görmek onu memnun ederdi.

Bazen yeni bir hayvan iskeleti bulurdu. Bu da onu heyecanlandırsa da, üzülürdü. Yani en azından bunun üzüntü olduğunu düşünürdü. O hayvan o anda canlı olsaydı belki onunla oynar, uyur ve nihayetinde ölürdü.

Yiyecek hiç bir şey yoktu. Yani hayvanların yiyebileceği hiç bir şey yoktu demek daha doğru olurdu. Mağaralarda liken veya alg gibi yosun türü canlılar aradığı olurdu. Duvarları renklendiren veya parlayan şeyler görmeyi bekliyordu ama her yer kupkuruydu.

Yeterince derine inebilirse hayatta kalan bir şeyler bulabilir miydi? Kim bilir, bunun için yeterince motivasyonu yoktu. Hem, insanlar asla o kadar derine inmemişlerdi ve tüm kitaplar yer yüzündeydi.

Geçmişin ve geleceğin bir önemi yoktu. Sadece o gün vardı. Yeni herhangi bir nesne veya organik kalıntı ile karşılaşmak ona heyecan veriyordu. Değerli parlak taşlar ve metaller bulmak ilginçti. Hepsini saklardı. Yeterince yüksek bir tepeden kayarak inmek eğlenceliydi. Bazen sağlam kalmış bir heykel bulduğunda onunla sesli iletişim kurmaya çalışır ama düzgün bir cümle kurup kuramadığını bilmeden günü bitirirdi. Yiyebileceği nesnelerin boyutsal büyüklük limiti, onun etrafa esnetebildiği maksimum yüzey alanı ile orantılıydı. Bugüne kadar bir defasında kendi boyunun otuz katına kadar nesneleri ortadan yok edebilmişti. Ancak limiti her geçen gün artmaktaydı. Onları tekrar meydana çıkarmak da açıkçası çok zor bir süreç değildi. Bir parmak şıklatması kadar kısa sürüyordu.

Sonunda, kendisine bir ev yapmaya karar verdi. İçinde yaşamak için değil, sadece bir evin inşa olmuş şekilde geride kalması gerektiğine karar verdiği içindi bu. Belki bir gün onun da hayatı sona erecekti ve kim bilir, belki biri daha hayatta olabilirdi. Geride bir “ben buradaydım, burada yaşadım” anıtı bırakmak ona makul geliyordu.

Ne kadar uzun sürdü bilmiyordu ama bir noktada, bir ucundan diğerine yürümesi on sekiz gün dönümü alan ve kendi boyunun yüzlerce katı bir bina dikti. Neden olmasın, daha yüksek yapabilirdi ve yaptı.

Bina yükselmeye başladı. Etraftaki tüm harabeleri kullandı, tüm taşları, tüm kili ve suyu harcadı. Yeni kil bulamadığında uzaklara yolculuk etti.

Öyle uzun bir zaman geçmiş olsa gerek ki, güneşlerden birinin rengi solmaya başladı. Gerçek anlamda gözleri yoktu ama güneşe doğrudan baktığında içinin kuruduğunu hissederdi. Ancak ona acı vermesine rağmen güneşe inatla baktığı olurdu. Işığı algılayan reseptörlere kavuştuğuna emin olmak içindi bu. Acı yoksa ödül de yoktu. Gölgeleri ve ışığı ayırt edebilmeye başlaması çok uzun zaman aldı.

O güne kadar kitapları ve duvarları sadece dokunarak okuyabiliyordu. Mürekkebin veya kömürün temas ettiği yüzeyler diğerlerinden farklıydı. Dokunmak onun için her şeydi.

Sonra sesi öğrendi.

Sonra tat almayı.

Hayali, günler bitmeden önce bir insan olmaktı.

Fakat solmaya başlayan güneş ona hayalinin asla gerçekleşmeyeceğini fısıldamaktaydı. Teninde o güneşten gelen sıcaklığın her geçen gün arttığını hissedebiliyordu. Yakında, bir anda patlayacaktı. Aslında patlamadan önce gezegeni de içerisine alan bir hale saçabilirdi. Geçmişte yaşamış astrologların ve fizik bilimcilerin bulduklarına kendisinden de bazı hesaplar eklemişti ancak pratik her zaman teorikten daha doğru sonuçlar vermekteydi.

Belki bu alev halesi onun son heyecanı olurdu. Haleye dayanabilir miydi?

Ne kadar uzun süre boyunca kulesinin tepesinde güneşlerin ve ayın dansını izlediğini bilmiyordu. Onların hareketleri, yıldızlar ve bazen gelip geçen meteorlar, kafasında yeni parlayan fikirleri birbirlerine çarptırmak ve onu meşgul etmekte oldukça etkiliydiler.

Güneş solmasına rağmen büyümeye de başladı. Diğer güneş ile olan salınımında aksaklık vardı ve yıllık rotasyon bozulmaktaydı. Sadece gezegenin değil, tüm sistemin sonu gelmek üzereydi.

Gezegende arşivlenecek tek bir kitap daha kalmadı. Tüm harabeler artık onun inşa ettiği kulenin parçalarıydı. Tek bir damla daha su veya kemik kalıntısı bulunamazdı. Geniş çoraklıklar kumdan çöllere dönüşüyordu. Gezegenin çok sıcak kalbine kadar uzuvlarını daldırmıştı.

Bununla beraber kulesinin her yerinde yeni çatlaklar ve yıkıntılar vardı. Artık inşa edemiyordu, etmek için hiç bir şeyi kalmamıştı. Belki küçültebilirdi? Belki hepsini birden yer ve kendi içinde saklardı? Bunu yapması ona ne fayda sağlardı?

Boş odalar, salonlar, yürüme yolları, susuz sarnıçlar, balkonlar, binlerce merdiven ve basamak, kimin içindi? Yeni heykeller yaratmıştı. Kendisine eşlik etmeleri için farklı hareketleri taklit eden, mutlu heykeller. Ondan önce gelenler hep savaşan, heybetli, gururlu ve güçlü insanları modellemişlerdi.

Onun heykelleri sıradandı.

Onun yaptığı ve bir eliyle ona selam veren, bir kolu kırık heykel ona gülümsüyordu. Narin ve zayıftı, üstünde rengini hayal edemediği bir elbisesi vardı. Bir gün gerçekten kanlı canlı biri de ona selam verebilir miydi?

Gezegen son nefesini vermeden önce artık her şeyi gören gözlerini tekrar güneşine dikti. Aklında tek bir düşünce vardı.

Her şeye rağmen, ölmek istemiyorum.

Kelimeler ağzından anlaşılmaz bir ses silsilesi olarak döküldüler ama bunu duyması gereken tek kişi zaten sadece kendisiydi. Yine de ona doğru gelmediler, üzerinde çalışmalıydı.

Bildiği her şeyi düşündü. Tüm geçmişin bilgelerini, hesaplamalarını, ritüelleri, uzaya dair ölçüleri ve mesafeleri; diğer dünyaları.

Yaşanabilir bir yer bulabilir miydi? Aslında uzay boşluğunda hayatta kalabilirdi ancak kendisini bir defa bu gezegenden dışarıya fırlatırsa, güneş sisteminden yeterince hızlı ayrılamayacağını hesapladı. Hem sonra ne olacaktı? Bir şeylerin yer çekimine kapılmadan sonsuza dek yol alabilirdi.

Patlamayı aynı bir yelkenli gibi sürebilir miydi? Bu gerçekten bir süre için eğlenceli olabilirdi ama nereye gidecekti? Ne kadar uzun sürecekti?

Hayır, daha farklı bir çözüm bulmalıydı. Sadece hızlı bir şey değil, aynı zamanda can sıkıntısından kendi canını almasına sebep olmayacak bir çözüm olmalıydı bu.

Netosa? diye düşündü. Buraya nereden gelmişti? Nasıl gelmişti? O bir istilacı olmalıydı.

Bu düşünce onun belli birkaç kitabı arşivinden bulup çıkarması ile sonuçlandı. Halen tam olarak anlayamadığı kitaplardandılar. Ancak zaman yoktu.

Bir değil iki desen çizmeliydi. Ancak nereye? Yere mi? Neden olmasın.

Daire mi çizmeliydi? Önemli miydi? Neye benzeyecekti? Üçgen de neydi? bu kısmı atlayabilirdi ama tahmin ettiği kadarıyla bir çember ve gerçekten üç kenarı olan ama çarpık bir şekil çizdi.

Herhangi bir mühür nesnesine sahip değildi, gezegendeki her nesneye sahipti, o yüzden bunu da atlayabilirdi.

Peki çağırılacak olan neydi? Kimi çağıracaktı? Herhangi birini tanımıyordu. Zaten tanısaydı birkaç milenyum önce çoktan çağırırdı. Hayır, giden kişi o olmalıydı. Kitaplarda bir takım isimler vardı ama hiç birini tam doğru telaffuz edemezdi. Ya büyünün tersine çalışması için ne yapması gerekiyordu? Tüm ihtimalleri hesapladı.

Güneş tekrar koyulaşmaya başladı ve halesi ufaldı. Büyücü şapkalı slime ona gözlerini kısarak baktı, “haleye dayanabildiysem, patlamaya da dayanabilirim.”

Sözler ağzından anlaşılmaz gevelemeler olarak çıktı ama kendisine güveni tamdı.

Aslında yapmayı hayal ettiği şey yapılabilirdi. Yani kendisini başka bir diyara çağırabilirdi. Üst katmanlardan aşağı katmanlara gitmek kolaydı ve enerji gerektirmiyordu ancak onun gitmek istediği yer daha üst katmanlarda yer almaktaydı. Aslında geçmiştekilerin mümkün olamayacağının düşünmelerinin tek sebebi çok fazla enerji gerektirmesiydi.

Slime kendisine oluşturduğu ağız ile ilk defa gülümsedi. “Tüm bir güneşim var.”

Sonunda patladı. Tüm sistemi yutan bir alev topu her yana doğru saçıldı. Ancak olması gerekenin aksine, muazzam büyüklükteki ve yıldızları yutabilecek patlama, tek bir sicim olarak tek bir gezegene doğru emilmeye başlandı.

Aynı bir kara delik gibi, slime tüm alevi yuttu. Hepsi onundu ancak bu enerji acilen kullanılmak zorundaydı.

İki güneş de ortadan yok oldular. Sadece patlayanı değil, ona o anda bağlantılı olan diğerini de yutmuştu.

Eğer büyüyü tamamlamazsa sonunda kendisi de patlayacaktı.

Ya şimdi ya hiç.

Her şey spiraller ve ışık sanrıları olarak dört bir yanını kapladı. Bir tür silindirik koridordaydı. Enerjiyi yerde çizdiği sembole odaklamıştı ve o sembol de bir kapıya dönüşmüştü.

Kapıdan geçmeyi kafasında tartmadı bile, hızla ilerledi. Enerjiyi bir mızrak gibi kapıya saplamasına rağmen, uzay arkasından kendisini onaracak ve sonunda kapı tekrar kapanacaktı. Güneş aslında sadece bir anahtardı.

Slime düşündükçe, “Netosa’nın gelişi, her şeyi yıkması, aldığı tüm canlar, insanların verdiği savaş, geride bıraktıkları kitaplar, her şey ama her şey, bugün burada yaptığım yolculuk ile sonuçlandı. Her şey, benim bu kapıyı açmam ve yürümem içindi. Gezegenden, sistemdeki gezegenlerden ve çift yıldızından geriye hiç bir şey kalmadı. Sonunda, geriye sadece ben kaldım.” diye düşündü.

Ağzından anlaşılır bir “ben” çıktı. Söylediği kelime ona daha doğru geldi. Düzgün bir sesti.

Koridordan geçerken ışık hızı ile limitli değildi. Karşısına çıkabilecek hiç bir şey yoktu. Koridor onun tuhaf bedenini eğip büküp parçalamaya çalışıyordu ama slime o anda kainattaki var olan en esnek canlıydı. Bununla beraber koridorun sonu da bir türlü gelmiyordu. Koridor arkasından kapanmaya başlamıştı ve ona onun kat edebildiği mesafeden daha hızlı yaklaşmaktaydı.

Daha hızlı, çok daha hızlı olmalıydı. Fakat buna rağmen başaramayabilirdi. Peki ya koridoru yıkmayı denese? Yandan bir çıkış gerçekleştirebilir miydi? Buna gücü var mıydı? Yıldızın bir kısmı halen ondaydı, ona zarar vermeyecek kadarı. Belki yeterli olurdu?

“Hayır” dedi. Tüm enerjisini ileriye doğrulttu. Belki, ilk mızrak bu yolu açmasına rağmen gerçek bir delik açamamıştı? Her riske değerdi. Varmak istediği nokta kitaplarda yer alan bir yerdi. Gerçek bir yer olmak zorundaydı. Başka bir şansı yoktu. Alışkın olduğu sıcak bir atmosfere sahip, farklı canlılara ev sahipliği yapan, ismini bildiği bir diyar.

İkinci mızrağı da fırlattı. Mızrak ondan daha hızlı değildi ama hemen önündeydi. Uzayı ve zamanı yırttı parçaladı.

Sonunda gerçek bir kapı açtı, diğer taraf, yeni bir dünya. Ana karayı kapının arkasından görebiliyordu. Varış noktasını tepeden gören bir yer olmalıydı.

Sonunda, Cehennemdeydi.

Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, yer yüzüne ölümcül bir darbe vurmak üzereydi. Ölçülemeyecek kadar kısa süren bir hesaplama ile bu hızda ana karaya çarparsa sonuçları ağır bir zarar vereceğine karar verdi. Kendisini frenlemeliydi ancak hiç enerjisi kalmamıştı. Bir şey, herhangi bir şey, yiyebileceği herhangi bir enerji olsaydı belki durabilirdi.

Cehennem zaman örtüsünün altındaydı, belki zamanı yemeyi deneyebilirdi. Zaman burada akmazdı ama havada asılı kalırdı. Hem zaten onu boydan boya yırtmamış mıydı? Kolayca bir parça koparabilirdi. Onca zaman, onun menüsünde iştah açıcı olarak sulu bir öğün gibi karşısındaydı. Etli zincirler gibi diziliydiler. Zamanı enerjiye dönüştürüp dönüştüremeyeceğini sorgulamadı bile, sadece yaptı.

Paraşütle iner gibi yavaşladı. Ancak yere yine de öyle hızlı çarptı ki, iblis lortlarından birine ait kaleyi un ufak etti. Beraberinde sayısız iblisin mezarı oldu. Darbenin şiddeti ile her şey toza döndü. Toz bulutu göğe yükseldi ve alevler alevlere karıştı. Patlamanın sanrısı tüm çevreden duyuldu.

Ancak slime sağlamdı. Kıyafetleri bile sağlamdı. Şapka belki eskisinden daha kötü durumdaydı ancak halen bir bütündü. Onların üzerindeki koruyucu büyüleri yapan kadim büyücülere bir daha teşekkür etti.

Ayağa kalkmak istemiyordu, acı içindeydi ve yorgundu.

Önemli bir gayret ile kraterin dibinden doğruldu ve üstünü silkeledi. Hayattaydı ve nispeten daha serin bir yerdeydi. “Mükemmel!”

Ancak diğerleri onun varışına onun kadar sevinemediler. Kraterin her yerinde borazanlar işitildi. Slime heyecanla “Ordularını mı getiriyorlar? Benim için mi!” Kraterden çıkmak için kendisine bir çift kanat yarattı. Dev kuş kanatlarını andırıyordu. Savaşmak zorunda kalabileceğini düşünmüyordu, tek arzusu başka canlılar görmekti.

Kraterin dışına çıktığında sıcaklık yüzünden tüm bedeni halen radyoaktif şekilde parlamaktaydı ve bir çift beyaz kuş kanadına sahipti.

Onu gören iblisler meleklerin istilasına uğradıklarını düşündüler ve Lucifer’e haber verdiler.

Herkes onun yolundan çekildi, onun beklediği ordular gelmediler ama dağların, tepelerin ardında garnizonların hazırda beklediklerini görebildi. Onlara doğru uçamayacak kadar yorgundu.

Aslında, göğsünde bir yumru vardı. Hep içinde beslediği bir endişe o anda, gün yüzüne çıkmaktaydı. “Acaba beni kabul edecekler mi?”

Krater çok büyüktü, neye çarpmıştı öyle? Hatırlamıyordu çünkü çarpma esnasında bile benliğinin tamamını frenlemek için harcamıştı.

Üstelik, son anda yediği “zaman zinciri” onda tuhaf bir his yaratmaktaydı. Bir tür tabu işlemiş gibi hissediyordu kendisini.

Tekrar yere indi. Zemin çok tatlı bir sıcaklığa sahipti. Çıplak ayaklarına baktı, “Acaba onların ayaklarına benzetebildim mi?” Kendisini güvensiz hissediyordu.

Atmosferde yanıcı gazlar vardı. Bazı canlı ağaçlar, gövdeleri ne kadar alazlanmış olurlarsa olsunlar oradaydılar! Belki yaprakları yoktu ama olsun, harikaydı. Güvensiz iç benliği ve dışarıda gördüğü yeni her şeye heyecan duyan dış benliği amansız bir savaş içindeydiler.

Deniz? Deniz var mıydı peki? Belki, nispeten farklı bir denizdi ama erimiş magma, gözünün alabildiğine uzanan kızgın nehirler ve göletler her tarafı kaplamaktaydı. Bazen yer altından gaz dolu bir gayzer beliriyor ve onu selamlıyordu. Kalbi neşe ile çarpıyordu.

Bir başkasının ona yaklaştığını hissetmesi çok zaman almadı. Kanatları ortadan kaldırdı ve ellerini önünde tepeye kaldırarak “ben zararsızım” olduğunu düşündüğü bir poz aldı. Haklı olduğunu umuyordu.

Gelen kişi çok güzeldi. Öyle güzeldi ki, konuşabilseydi slilme dilini yutardı.

Bir adam mıydı? Yoksa bir kadın mı? Emin değildi. Kendisi gibi cinsiyetsiz bir görüntüye sahipti. Çenesi, boynu, kalçası omuzları, kemikleri, dizleri, hem bir kadını hem de bir adamı andırıyordu. Ona benzemek istedi ama artık hiç enerjisi yoktu. Bayılmak üzereydi, acaba bu güzel kişi onu tutar mıydı yoksa düşmanca bulup saldırır mıydı? Bilmiyordu ama bilincini yitirirken son sözü “Selam” oldu.

Bu defa doğru telaffuz ettiğine emindi.

Bölüm 17 İçin: https://nihbrin.com/kitap-1-desen-b%C3%B6l%C3%BCm-17-41fcf799365d

--

--