Kitap 1: DESEN: Bölüm 21

Nihbrin
Nihbrin
Published in
19 min readJun 10, 2023

--

* * *

Kötülüğün kazanabilmesi için tek gereken, iyi insanların hiçbir şey yapmadan oturmalarıdır. Bir yer sadece kötü insanlar tarafından işgal edildiği için tehlikeli olmaz, o yer onların özgürce dolaşmalarına izin verildiği için de tehlikeli bir hal alır.

Ne var ki, insanların yaptıkları kötülükler, kendilerinden sonra da yaşarlar. Yaptıkları iyilikler ise, genellikle kemikleri ile beraber gömülürler. İntikam arzusu, iyiliğin iadesinden daha güçlüdür. Bunu bilerek, kabul ederek, teşekkürsüz ve kuru kalan bir ego ile yapabiliyor olmak icap eder. Ruhu saf kalmayan için iyilik etmek zordur. Ruhu saf kalanları, eğer orada işiten birileri varsa, umarım korur.

Bununla beraber, her zaman kahramanlara ihtiyacımız da yoktur. Gerektiğinde, bir kötülüğü başka bir kötülükle de ezebilirsiniz. Niye olmasın. Tüm kahramanlar mezarlarında çürüyorsa, kim size mani olabilir?

Fakat bir noktadan sonra, ne karanlık çok zifir olacak, ne de aydınlık çok parlayacak. Her şeyin gri olduğu bir yaşamın hükümdarlığı ilan edilecek.

Ve aslında, bu o kadar da kötü değil.

Gri diyarda saf kalmak ölümcüldür. Aydınlık göz kamaştırmaya başlarsa, karanlığı da çeker, gönüller kıskanır, kalpler katranlanır. Biri olmadan, öteki de olamaz. Ancak aynı şekilde, gri diyarda her şeyi karanlığa bulamak isteyeni de istemezler, boğarlar, yok ederler. Yeter ki, denge bozulmasın. İkisi de asla tam olarak pes etmez.

* * *

Güneş doğmuyordu ama gök kan kırmızısıydı.

Yıldızlar halen orada olsalar da uzak birer seyirciden farksızdılar. Artık olan bitene karışmıyorlardı.

Günlerdir bitmek bilmeyen ve daimi olacak izlenimi de veren bir kızıl aydınlık ile geceler gündüzlere karışmaktaydı.

Bir sabah uyandıklarında, çoğu kişi evinde yalnız olduğunu fark etti. Pek çok ev ise tamamen boşaltılmıştı. Yıkanmamış bulaşıklar, boş köpek kulübeleri, çarşafları bozulmuş boş yataklar, kümeslerde toplanmamış hayatsız yumurtalar…

Yalnızdılar. Sokaklar, mahalleler, bazen de koca kasabalar, tamamen terk edilmişlerdi. Yatağında bir başına olduğunu fark eden eşler, bebeğini döşeğinde bulamayan anneler, kardeşlerini üst ranzada göremeyen çocuklar, hepsinin aklı çok karışıktı.

Bu da yetmezmiş gibi, bazen boyunlarında, bazen kollarında, bazen de kalçalarında tuhaf ve küçük bir yazı vardı. Televizyonda ayağının altında resim bulan biri konuşup duruyordu. Dairesel sınırları olan, damgalanmış gibi duran bir yazı. Boya veya ateşle dağlanmış bir iz değildi ancak silinemiyordu. Kimsenin bildiği bir dilde de değildi. Geride kalmış istisnasız herkeste bundan bir tane vardı. Kötülüğün kazanabilmesi için tek gereken, iyi insanların hiçbir şey yapmadan oturmalarıdır. Bir yer sadece kötü insanlar tarafından işgal edildiği için tehlikeli olmaz, onların özgürce dolaşmalarına izin verildiği için de tehlikeli bir hal alır.

Ne var ki, insanların yaptıkları kötülükler, kendilerinden sonra da yaşarlar. Yaptıkları iyilikler ise, genellikle kemikleri ile beraber gömülürler. İntikam arzusu, iyiliğin iadesinden daha güçlüdür. Bunu bilerek, kabul ederek, teşekkürsüz ve kuru kalan bir ego ile yapabiliyor olmak icap eder. Ruhu saf kalmayan için iyilik etmek zordur.

Bununla beraber, her zaman kahramanlara ihtiyacımız da yoktur. Gerektiğinde, bir kötülüğü başka bir kötülükle de ezebilirsiniz. Niye olmasın. Tüm kahramanlar mezarlarında çürüyorsa, kim size mani olabilir?

Fakat bir noktadan sonra, ne karanlık çok zifir olacak, ne de aydınlık çok parlayacak. Her şeyin gri olduğu bir yaşamın hükümdarlığı ilan edilecek.

Ve aslında, bu o kadar da kötü değil.

Gri diyarda saf kalmak ölümcüldür. Aydınlığın göz kamaştırmaya başlarsa, karanlığı da çeker, gönüller kıskanır, kalpler katranlanır. Biri olmadan, öteki de olamaz. Ancak aynı şekilde, gri diyarda her şeyi karanlığa bulamak isteyeni de istemezler, boğarlar, yok ederler. Yeter ki, denge bozulmasın.

Güneş doğmuyordu ama gök kızıldı.

Yıldızlar halen orada olsalar da uzak birer seyirciden farksızdılar.

Günlerdir bitmek bilmeyen daimi olacak izlenimi veren bir kızıl aydınlık ile geceler gündüzlere karışmaktaydı.

Bir sabah uyandıklarında, çoğu kişi evinde yalnız olduğunu fark etti. Pek çok ev ise tamamen boşaltılmıştı. Yıkanmamış bulaşıklar, boş köpek kulübeleri, çarşafları bozulmuş boş yataklar, kümeslerde toplanmamış hayatsız yumurtalar…

Yalnızdılar. Sokaklar, mahalleler, bazen de koca kasabalar, tamamen terk edilmişlerdi. Yatağında bir başına olduğunu fark eden eşler, bebeğini döşeğinde bulamayan anneler, kardeşlerini üst ranzada göremeyen çocuklar, hepsinin aklı çok karışıktı.

Bu da yetmezmiş gibi, bazen boyunlarında, bazen kollarında, bazen de kalçalarında tuhaf ve küçük bir yazı vardı. Dairesel sınırları olan, damgalanmış gibi duran bir yazı. Boya veya ateşle dağlanmış bir iz değildi ama bununla beraber silinemiyordu. Kimsenin bildiği bir dilde de değildi. Geride kalmış istisnasız herkeste bundan bir tane vardı. Ne eksikti, ne fazla.

Ortalıkta hiç hayvan yoktu. Çiftlik hayvanları, köpekler, yırtıcılar ve nicesi ortadan kaybolmuşlardı.. Hayvanat bahçeleri bomboştu. Toprağı kazdığınızda tek bir solucan çıkmıyordu. Sadece sinekler ve kargalar vardı. Kocaman, rahatsız edici karasinekler ve uzaktan hiç ses çıkarmadan izleyen siyah kuşlar. O gün başlamadan önce ölen ne varsa, çürümeden olduğu yerde yatmaya devam ediyordu. Sineksiz bir yaz günüydü.

Önce kimse ne olduğunu anlamadı. Sonra televizyon kanalları yayınlarına devam etmeye başladılar. Sol ayağının altında çıkan sembolü gösteren bir adam gururla çıkardığı botu geri giyiyordu. Her kanala çıkıyordu. Çoğu devlet başkanı halen yerindeydi ve sırayla açıklamalar yapmaktaydılar.

Kıyamet mi gelmişti? Herkes neredeydi? Hayvanlara ne olmuştu? Güneşe ne olmuştu? Her kafadan bir ses çıkıyordu. Teoriler havada uçuştular.

Biri bunun toplu bir sanrı olduğunu çığırdı. Bir başkası insanlığın saldırı altında olduğunu ileri sürdü. Kimisi birbirini suçlamayı seçti ama zarar görmeyen bir millet yoktu. Bu yüzden kaza olması ihtimaline öncelik veriliyordu. Bazısı bunun bir tür hastalık olduğuna emindi; yazıya benzetilen şey bir tür tümör müydü? Araştırmalar yapılmalıydı. Geride kalanların ortak yönleri hemen araştırılmalıydı.

Biri sonunda meleklerin onları almaya geldiğini ve sadece günahkarların geride kaldığını iddia etti ve bu fikir yeterince popülarite kazanmayı başardı. İnanılmaz bir hızla benimsendi ve büyüdü. Gerçeğin ta kendisiydi. Sevdiklerinden aniden ayrıldıklarında, birincil şokun ardından eğer delirmemeyi başarmışlarsa çoğu kişi bu olayın dini yanına sarılmayı tercih etti. En ateist ve şüpheciler bile olayın absürtlüğü karşısında bu ihtimalin bile imkansız olmadığına karar verdiler.

Olayın üzerinden beş yıl geçti. Yeni aileler kuruldu ve hayat devam etti. Laboratuvar ortamında et üretildi, bitkiler halen bu garip kırmızı ışıkta fotosentez yapabiliyorlardı. Yaşam bir yolunu buldu. Hiç bir şeyin çürümemesi işlerine geldi. Bebekler büyümeye devam ediyorlardı ama yaşlılar beş yıl önce nasılsalar halen öyleydiler.

Beş yıl bittiğinde, toplam insan nüfusunun 1/10’unun halen yaşamakta olduğunu anlaşılmıştı. Hayalet şehirlerin tekrar dolmaya başlamaları uzun zaman aldı ama insanlık yine gelişiyordu. Artık hemen her millet ağır şekilde dindardı. Bunu destekleyen faktörlerden biri de, inananların damgalarının silinmesiydi. Bu çok sıra dışı bir olaydı. Hangi dine inanırsa inansın, tanrıya inanan ve bunu diğerlerine bildiren birisi, gerçekten inanıyorsa, mührü siliniyordu.

Ve bir gün, onlar gerçekten geldiler.

Dev kanatları ile gökleri kapladılar. Yüz binlercesi insanların yoğun olduğu yerlerde kızıl gökyüzünü aydınlattılar. Işıkları eski güneşin ışığıydı ve ölümlülerin yüzlerini aydınlattılar. Herkes, onları görmekten çok memnundu. Sonunda onları da mı alacaklardı?

Aldılar, ancak yalnızca mührü silinmiş olanları.

Geride kalanlar sevdikleri alınıp götürülürlerken arkalarından bakakaldılar. “Ben de inanmalıydım”

Pişmanlıkları ağırdı.

Genel kanı, bir beş yıl daha beklemeleri gerektiği oldu. Bu sırada onlar da inanmaya başlayabilirlerdi.

Ancak şüpheci kalmayı başaranlar bu olayın seyrini sanılanın aksine hayra alamet bulmadılar. Ketum ve inananların az olduğu ülkelerden birinde, yere inen kanatlı mahlûklardan birini çok ağır silahlar ile vurmuş ve yere indirip öldürmeyi başarmışlardı. Bu sırada yüzlerce zayiat vermişlerdi.

Öldürülebilecekmiş gibi duran bir şey varsa, insanlar onu öldürmeyi en az bir defa denerlerdi. Bu, dünyanın dönmek zorunda olması veya elmanın düşmek zorunda olması gibi kesin bir gerçekti ve aksi düşünülemezdi.

Diğer yaratıklar saldırı altındaki yaratığı savunmaya çalışmamışlardı bile, o yaratık, tek başına, hepsine yetmişti. Videoları sansasyonel ve her midenin kaldırması zor bir mizaçtaydı. Gerçek inananlar bakmadılar bile, kafalarını çevirdiler. Görüntüler fabrikasyon olmalıydı. Zamane teknolojisi nelere kadirdi öyle.

Öte yandan biraz olsun aklı olanlar artık emindiler, o şey, bir melek olamazdı.

Ancak inananları buna inandıramadılar. Melekler çok güzellerdi, bakmaya doyamadılar.

Onların birer melek olmadıklarını düşünen araştırmacılardan biri de Kimble Ethret oldu. Kimble beş yıl önceki kıyametten önce bir arkeologdu. Halen mesleğini yapmaya çalışıyordu ama ikinci kıyamete kadar bu fenomene pek anlam vermeyi başaramamıştı. Geçmişte buna benzer yok oluşlara rastlamak ilk bakışta mümkün değildi. İnsanlar bir anda yok olmazlardı. Peki ya oldularsa ve çok azı geride kalıp yeni bir uygarlık oluşturmuşlarsa? Böyle dar boğazların olduğu ve insan gen havuzlarının daraldığı tarihi dönüm noktalarını incelemeliydi. Tüm zaman onundu.

Oğlu Oz ile beraber yaşamaktaydı. Eşi ve kızı ilk kıyamette ortadan kaybolmuşlardı.

Oz’un ve Kimble’ın birer damgası vardı. İkinci kıyamette de bu gerçek değişmedi. Çocuklarda genellikte bir damga olurdu ama yetişkinlerde son zamanlarda biraz daha nadir karşılaşılıyordu. Kimble oğluna kendi mesleğini öğretirdi ama bunu aslında zaman geçirmek için, hobi olarak yapmayı tercih ediyordu. Açıkçası ona göre artık dünyanın tam olarak bir geleceği yoktu.

Bir gün, e-postasında yardımını isteyen bir bildiri ile karşılaştı. İkinci kıyametin ardından onuncu gündü. Zengin birine aitti ve onu evinin önünden özel helikopteri ile almayı içeren bir teklifi vardı. “E” olarak imzalıydı. Kimble, Oz’u özenle soğuk hava için giydirdi ve yenebilir ne varsa bir çantaya toplayarak hazırlandı. Her nasılsa kendi avlusunda helikopter beklemek ona kıyametten sonra hayatta kalmaktan daha gerçek dışı geliyordu.

Helikopter sorunsuzca iniş yaptı ve onları hafif kilolu ve orta yaşlarda, şık giyimli bir adam karşıladı. Bağırarak konuşuyordu, onlara birer kulaklık verdi ve “Hanımefendinin Özel jeti buraya çok uzak değil, orada uzun uzun konuşabiliriz.” Dedi.

Jet konforluydu. Uzun zamandır yemedikleri kaliteli yemekleri vardı. Sırf oğlu güzel bir yemek yesin diye bile bu yolculuğa çıkmaya değerdi.

Besili adam, boynunu işaret ederek, “bunun anlamını çözmeye çalışıyoruz.” Dedi. Kim çalışmıyordu ki.

Adam Kimble’a mini dolabı işaret ederek devam etti,

“Görüyorsunuz ya, bu başımıza gelen şey, ilk defa olmuyor. Yani bize göre ilk değil. Çok eski kalıntılar var ve ilk kıyametten önce, çok yakın zamanda gün yüzüne çıkartıldılar. Hangi uygarlığa ait oldukları bilinmemesi üzerine üst mercilerde bir tartışma tetiklendi ama çok yankı bulmadı. Sahte olduklarını ileri sürenler dahi oldu. İşaret ettikleri buluntular tekinsizdi ve hükümet bu kalıntılar hakkında yayın yapılmasını ikinci bir emre kadar yasakladı.” Dedi neşeyle.

Kimble uzun yıllardır ilk defa gerçekten doymuş olmanın getirdiği bir rehavet ile cevap verdi, “Şu anda kalıntıları oraya tanrının kendi eli ile koyduğunu dahi söyleseniz size inanabilirim.”

Oz da kafasıyla olumlu şekilde işaret etti. İlk kıyametten beri hiç konuşmuyordu. Bazen kardeşinin boş yatağında oturup boşluğa bakardı ve bu durum Kimble’ı başlarda biraz endişelendirirdi. Şu anda, sıradan bir oğlan çocuğu gibiydi.

Milyarderin yardımcısı olarak kendisini tanıtmış olan adam kahkahalar attı, “umarım paraşüt kullanmayı biliyorsunuzdur.”

Baba ve oğul bakıştılar.

***

Harabeler Güney kutbunun en uç köşesinde değildi ama en keşfedilmemiş, kervan geçmez ve unutulmuş köşesindeydi. Kutuplarda kesinlikle bulunmaması gereken yekpare ve yüzlerce metre genişlikte obsidyen taşlarından duvarları olan, anıtlar, geniş holler ve tapınaklara benzeyen yıkılmış, parçalanmış, sanki içten dışarıya doğru patlatılmış gibi duran binalardı.

Elleri ve kolları olmayan küt, köşeli hatları ile kendisini gösteren heykeller vardı. Hayvanı andırıyorlardı ama aslında her şey olabilirdi. Bazen dev pencerelerin arasından dev temel geometrik nesneler kendilerini en heybetli formları ile onlara sundular. Küreler, küpler. Hepsinin de tehditkar bir havası vardı.

Çok uzun zaman burada yaşadılar. Başkaları geldi, başka araştırmacılar, bilim insanları ve aileleri sırayla bir bir yeni kazılmış, kar altından çıkartılmış harabeleri keşfettiler.

Harabelerde araştırmalar yapmaları ve sayısız yazıyı çevirmeye çalışmaları yıllarını aldı. Kimble tek başına değildi, geniş bir ekibi vardı. Dil bilimciler gece gündüz keyifle çalışıyorlardı. Bu ölmekte olan dünyada, keşfedilecek son bir şeyin kaldığı sanrısı ile akıllarını bulandırıp karanlık gerçekliğe düşüncelerini kapatmaya çalışıyorlardı.

Kimble eşi ve kızı gittiğinden beri alkol içmiyordu. Ancak sonunda bir kutlama yapmak için yıllanmış bir viskiye hayır demezdi. Damgalarda ne yazdığını sonunda çözebilecekler miydi? Çeviri ekibinin başı çok konuşkan biriydi ancak sabahtan beri kendisini konteynırına kapatmıştı ve epey sessizleşmişti.

Oz tekrar konuşmaya başlamıştı. Yaklaşık bir yıldır gayet mutlu bir çocuktu. Sanki artık normale dönüyor gibiydi. Bu soğuk siyah taşlar bir şekilde ona iyi geliyorlardı. Taşların hiç birisinin üstü kar tutmuyordu ve bunca zaman kar altında kalabilmiş olmalarını anlamak mümkün değildi. Bu soğuk ve tanrının unuttuğu yerde oğlunun tekrar normale dönmesi Kimble’a ilginç geliyordu. İşinden ayrı olarak, her akşam zamanını oğlu ile geçirmekteydi. Bu ona hem keyif veriyordu hem de bir tür araştırma olarak görüyordu.

Akşam olduğunda, yer altındaki siyah duvarların arasında, kemiklerine işlemek için kapılarında bekleyen soğuğa rağmen keyifli bir avuç bilim insanı, alkol ve normalden daha savurgan kullanımlarına hazır yemeklerinin eşliğinde, onlara gerçeğin açık edilmesini kutlamaya hazırlandılar.

Çeviri şefi uzaklara dalıyordu. Ona bir kadeh doldurdular ve etrafında yerlerini aldılar.

Kadın derinden ve hüzünlü bir ses ile açılış yaptı.

Yaklaşık üç yıldır hep beraber bu deliliğin dibini kazmaktayız. Soğuk ve açlık dinlemeden çalıştık. Çalışmazsak bizi almalarını beklemekten başka yapacak hiçbir şeyimiz olmadığı için değil, gerçekten merak ettiğimiz için, orada yeni bir gerçeğin durup bizi beklediğini bildiğimiz için çalıştık.

Sonunda, biliyoruz ki, bedenlerimize damgalanmış “şey” gerçekten bir damga. Aynı geçmişte insanların çiftlik hayvanlarını damgalanmasına benziyor. Diyor ki;

“Tüketime Uygun Değil.”

Aralarında derin bir sessizlik oldu. Kimble Oz’u odasına götürmeye hazırlanırken oğlan “Baba dur, devamı var.” Dedi.

Ne demek devamı var?

“Ancak sekiz no’lu tapınağın iç dehlizlerinde diğer yazıtlardan farklı bir nüans biçimi ile karşı karşıya kaldık. Diğerlerinden farklı bir çağda yazılmış, bir tür eklenti. Tüm yazılar sekiz milyon yıl öncesine aitler. Uygarlığın var olmaması gereken bir dönem. Oysa bu eklenti sadece beş bin yıl önceye ait. Yine, gerçekten uygar insanların var olmaması gereken bir dönem. Ancak orada, diyor ki;

“Geldiklerinde, beni bulun.”

“Kimi?” dedi iki pilotlarından biri korkuyla. “Tanrıyı mı? Yine mi aynı safsata?” dedi histerik olmaya başlarken.

Kadın onun yanına gidip elinden tuttu, sakinleştirmeye çalıştı, “Hayır, uzun bir talimat var, bir tür ritüele benziyor. Ne olduğunu anlasak da, ne olduğuna inanması zor bir konsept. Onlar ile savaşmayı değil, onlar ile savaşacak birini çağırmaktan bahsediyorlar.” Dedi kendinden emin olmayan bir şekilde.

Uzun bir sessizlik oldu. Aklı iyi çalışan ama hafif çakır keyif bir insan topluluğunun beyninde yankılanan marş seslerini duymak mümkün olsaydı, en olası an bu olurdu.

Kimble, “Denemeye değer. Bir avuç sarhoş, gerçekten kıyamet gelmeden önce, hiçbir şey için değilse bile eğlencesine, bunu deneyebiliriz.” Dedi neşeyle. Oz’un korkmasını istemiyordu. Artık her şey bir oyundu.

“Şefin ne dediğini duydunuz, tüm talimatları yerine getirmek için iki yılımız var, marş marş!”

Ve yaptılar. Gerçekten yaptılar. Bu defa mühendislere ve teknisyenlere de ihtiyaçları oldu. Vinçler, iş makinaları, nice ekskavatörler ve sayısız işçi ile kazı alanı bir tür şantiyeye dönüştü. Eskiden kuru yük gemisi olan dev tankerler iş makineleri ve çalışmaya gelen işçiler ile doluydular. “Bir insan bu çağda daha ne kadar zengin olabilir? Paranın değeri bunları satın almaya nasıl yeter?” diye düşünmeden edemiyorlardı.

Hepsi, talimatları içeren büyük parçanın altında gizli olduğu iddia ettiği odayı ortaya çıkartmak ve o odayı kullanmak içindi. Odaya enerji sağlanması gerekiyordu ama kutupta bu enerjiyi sağlayabilmelerinin tek yolu nükleer denizaltılardı. Bir şekilde, bu da sağlandı. Kimble artık tüm bu serüvenin bir milyarderin macerasından fazlası olduğuna inanıyordu. Bir şekilde, şu anda, tüm aklıselim insanlık hayatta kalma savaşı vermekteydi.

“Onu bulmalıyız.”

Peki kimi? O kimdi? O neydi? İnanmalı mıydı? O kişiye inanırsa mührü silinecek miydi? Ya mührü silinirse ve Oz tek başına kalırsa? Daha kötüsü, ya Oz’un mührü silinirse? Bunu istemiyordu. Başarılı olmaları ihtimali ona komik derecede düşük görünüyordu ancak en azından bir ihtimaldi. Ne eksik, ne fazla.

Ortalıkta hiç hayvan yoktu. Çiftlik hayvanları, köpekler, yırtıcılar ve nicesi ortadan kaybolmuştu. Hayvanat bahçeleri bomboştu. Toprağı kazdığınızda tek bir solucan çıkmıyordu. Ancak, o gün kazılar sırasında, toprağın altından koca bir kara sinek vızıltı ile çıktığnda onu gören herkes dondu kaldı. Onun ne olduğunu biliyorlardı ve “bir kara sinek gördüğüme sevineceğimi düşünmezdim” fikri ortak bir şekilde dile getirildi.

Aradıkları şey bir tür odaydı. Ancak onlar bir kuyu buldular. Önce kameralar ve ışıklar indirdiler. Kuyu yüzlerce metre aşağıya iniyordu. Dışarıya sıcak bir hava akımı çıktığını hissetmek mümkündü.

Ekip kendi aralarında taş kağıt makas oynayarak aşağıya ilk önce inecek dört kişi seçti.

Kimble bunlardan biriydi. Gerekli takımları ve teçhizatları kuşanır kuşanmaz Oz’u karşısına aldı ve “ne olursa olsun, onlar ile gitme. Savaş.” dedi. Oz ise beklemediği bir şey yaptı, yüzünde yarım bir çarpık gülümseme ile “Söz veremem” dedi. Babasının şapkasını düzeltti.

Kimble gözlerini ondan ayırmak istemeyerek de olsa aşağıya indi.

Çok uzun bir inişti, halatlar ile sarktılar, tutundular, halatlarını yukarıdan aşağıya çektiler ve geri sarktılar. Bunu defalarca tekrarladılar, Kuyunun yüzeyi pürüzsüz değildi ama yeterince sert ve sağlamdı.

İndiler ve indiler.

Hava katlanılmaz derecede sıcak değildi ama üstlerini çıkartabilmek istediler. Uzun yıllardır tatmadıkları nemli bir sıcak ile karşı karşıyaydılar.

Sonunda kuyu kendiliğinden doğal bir şekilde aydınlanmaya başladı.

Çok geçmeden de çok büyük ve akıl almaz genişlikte doğal olmayan dehlizin ortasında, tavanında asılı olduklarını gördüler. Jules Verne’in Dünyanın Merkezine Yolculuk manzaralarını andıran bir görüntü ile karşı karşıyaydılar. Sadece daha az yeşildi. Bu senaryo için yanlarında paraşütleri vardı ve kuyu boyunca sinyal vericiler bırakmışlardı. Kimble tecrübeliydi ve hemen atladı.

Elbette o kadar da derinde değillerdi ama bir milenyumdan fazla kimsenin ayak basmadığı, yitik bir uyarlığa ait mekanlara girmek başka bir dünyaya adım atmaya benziyordu. Paraşüt kullanımını gerektirecek kadar yüksek tavanları inşa etmiş bir uygarlık, kesinlikle kendi zamanlarına denk veya daha yüksek mimari başarılar sergilemiş, yüksek kabiliyette bir uygarlık olabilirdi.

Peki neden yok olmuşlardı? Neredeyse sihir gibiydi.

Adamın tüyleri diken diken oldu, “Onlar ilk defa gelmiyor olabilirler mi?” Dünyasının sadece bir çiftlikten ibaret olabileceğini sonunda kabul etmek ona hiç iyi gelmemişti.

Dehliz genişti ama sonsuz değildi. Kapıları yoktu, başka yerlere açılmıyordu. Temelde, koca bir obsidyen küp tam ortasına yerleştirilmişti ve dehlizin kendisi de küp şeklinde bir boş alandı.

Bitkiler vardı ama dünya üzerinde gördükleri hiç bir başka bitkiye benzemiyordu. Kayalara obsidyen diyorlardı ama pekala başka bir moleküler yapıya sahip olabilirdi. Dört köşesinde dört göl vardı.

Göl kenarlarında ağaçlar ve benzeri daha büyük bitkiler çoğunluktaydılar. Ortadaki küpün hemen yanında hiç bir canlı yoktu. “Keşke Oz da bunları görebilseydi” diye düşündü. Ancak sonra görebileceği aklına geldi, her birinin kafasındaki koruyucu şapkalarda kameraları da vardı.

Sorunsuzca yere indiler ve küpe doğru ilerlediler. Yanlarında silah yoktu ama burada karşılaşabilecekleri bir vahşi hayvan varsa bile büyük ihtimalle bir şansları olmazdı.

Küp’ün yüzeyinin pürüzsüz olmasını beklemişlerdi ama durum öyle değildi. Semboller ve yarıklar yoktu ama çok aşınmıştı. Bir kapısı vardı ve oldukça yüksekti. Davetkardı. İçeriden daha kırmızı sayılabilecek loş bir ışık geliyordu. Tüm bitkilerden gelen mavi-mor hissi veren loş bir ışık vardı ama kırmızı sıcak bir ışık hissi veren tek yer küpün içiydi.

İlk Kimble girdi. Korkmuyordu, korkacak hiç bir şey kalmamıştı. Buraya gelirlerken tüm umudu arkalarında çoktan bırakmış ama yine de savaşan bir avuç bilim insanından ibarettiler.

“Neden savaşıyorsun?” dedi bir ses aklından geçenleri okurcasına.

“Hayatta kalmak için, hepimizin hayatta kalması için” dedi sesli bir şekilde, çekinmeden ve korkusuzca.

Diğerleri de benzer bir deneyim yaşıyor olacaklar ki etraflarına bakındılar. Sıralı bir şekilde küpün içinde yol almaktaydılar. Koridor giderek incelmişti ve bir tür labirenti andırıyordu. Sarmallar, dolambaçlar, dönemeçler ve kavşaklardan rastgele ilerliyor, arkalarında siyah ışıkta görünen bir iz bırakıyorlardı.

Ses uzunca bir süre bekledi,

“Peki ya kazanırsan? Dünyanı yeniden kurabilir misin? Öten kuşlar olmadan, otlayan sığırların neşe dolu kuyrukları olmadan, koşuşturan irili ufaklı tüm canlıların eksikliğinde, bunu yapabilir misin? Güneşin sönüyor. Gezegenin ölüyor. Sen zaten kaybettin. Siz kaybettiniz.”

Kimble düşündü.

“Onların kazanmalarını istemiyorum.”

Ses alaycı değildi, onu kandırmaya çalışmıyordu ama yine de sitem doluydu, “Şimdi hakikati söylersin. Hepinizin kalbinden geçen zaten sadece intikam. Geleceğiniz yok, biliyorsunuz. Düşerken hasmınızı da yanınıza almak istiyorsunuz.”

Botanikçilerden biri elindeki parlak bitkiyi önünde meşale gibi tutuyordu. Bu sefer o konuştu, “Bize yardım edebilir misin? Onları nasıl yeneriz?”

Ses konuşmadı, “Kırmızı kelebeği takip edin.”

Bir kelebek görmeyeli yıllar geçmişti.

Gerçekten parlak bir kelebek vardı ve tam önlerindeydi. Onları dolambaçlardan geçirdi ve küpün merkezine götürdü.

Küpün merkezi, yine bir açıklıktı ama çok daha küçüktü, belki üç veya dört metre yükseklikte ya var ya yoktu. Yan yana on kişiden fazla sığamazdı. Tek girişini kullanarak içeriye vardılar.

İçeride, yalnızca, tek bir tahta kapı vardı.

Herhangi bir evin kapısı olabilirdi. Yeni değildi ama çok eski de görünmüyordu. Ahşaptı ve bir kulbu da vardı. Kulbundaki anahtar deliğini görmemek mümkün değildi zira tüm ışık sanki buradan geliyordu. Kapının kenarlarından da benzer şekilde loş bir kırmızı ışık gelmekteydi.

Duvarlarda, eski sansksrit alfabesine benzer bir yazı vardı. Dil bilimci, “Okuyamıyorum ama orta asya-hint kökenli rünlere benziyorlar.” diyebildi. Büyülenmiş bir şekilde duvarlara daldı.

Botanikçi bitkisine sarılıyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Kapıyı mı açmalıydı?

Yanlarında gelen tek askeri eğitime sahip kişi belinde olmayan silaha bir el attı ve dudak büktü. O da kapıdan gözlerini ayıramıyordu.

Kimble gözlerini yumduğunda ve tüm oda ile insanlar ortadan kaybolduğunda dahi kapıyı görebildiğini fark etti. Hep oradaydı. Gözlerini kapatarak ona ulaşabilir ve kulpu kavrayabilirdi.

“Anahtar nerede?” dedi merakla.

“Bir bedeli var.” dedi ses. Üzgün geliyordu.

“Her şeyinizi kaybettiğiniz bir zamanda ve diyarda, her şeyinizi vermelisiniz. Yalnızca biriniz yeterli, kafi. Aç gözlü değilim, ihtiyacım yok, fakat bu hakikattir ve gereklidir.”

Asker konuştu bu defa, “Aradığımız, kapının ardında mı?”

“Bir kapı ne zaman kapı değildir?”

Hepsi de durup bir düşündü. Şimdi de bilmece mi çözmeleri gerekiyordu? Asker iç çekti, “Beni al, canımı al, onlara, herkese yardımı olacaksa niye olmasın?”

Ses hakarete uğramış gibiydi,

“Her şeye sahip olmak için bir hiçi feda edemezsin. Siz, bir hiç için her şeyi feda etmelisiniz.”

Adam çok kızgındı ama elinden hiç bir şey gelmiyordu.

Kimble kapıya elini uzattı. Büyülenmiş bir şekilde o kırmızı ışığı izliyordu.

“Sana ne verebileceğimi biliyorum ve sen de biliyorsun, ancak onu sana veremem.”

“Ben almazsam, onlar alacaklar” dedi ses bu defa anlayışlı bir tonla.

Kimble kaşlarını çattı. “Peki, hepsi yok olacak mı? Sonsuza kadar?”

Ses ilk defa neşeliydi, “Bir kapı asla açılmayacaksa kapı olamaz. Bana oğlunu, Oz’u ver ve hepinizin istediği olsun.”

Anahtar avucundaydı. Oraya nasıl geldi bilmiyordu ama soğukluğunu hemen tanıdı. Deliğe uzandı ve iç mekanizmasında her bir mandalın yukarı kalkışını hissetti. Soktu ve çevirdi. Kapı aralanmaya başladı.

Kimble eli kapının kulpunda durdu. “Daha önce hiç açılmadı?”

“Hayır.” Huşu içinde derin bir nefes veriliyor gibiydi.

Durdu. “Sen kimsin?” Kalbi öyle hızlı atıyordu ki, yerinden çıkacakmış gibiydi.

Birbirlerine baktılar.

“Hiç açılmamış kapının ardındakiyim. Gece hiç kalkıp altına bakmadığın yatağının altındaki karanlığın içinde bekleyenim. Kıtlıkta yediğin son yemeğin ardından gelen açlığın ilk gurultusuyum. Fırtınanın uzakta parlamasını gördüğün ilk yıldırımıyım. Sevdiğin birinin ölümünü izlediğinde, geleceğe dair tüm planlarınızın tuzla buz olduğunu anladığın ilk anım. Okyanusta batan teknenin parçalarına tutunurken gördüğün ilk yüzgecim. Hekiminin seni kötü haber ile karşısına aldığını fark ettiğinde hissettiğin ilk kalp atışıyım.”

“Ve ben artık Oz’um. Oğlun benim ve ben oğlunum. Yemin ederim hepsini yok edeceğim. Bedeli ödendi. Benimle yalnızca tüm korkularınızı geride bıraktığınızda konuşabilirdiniz. Sizi selamlarım.”

“Sonunda, özgürüm. Fısıltılara son verebilirim, kabuslardan elimi çekebilirim, gece ve gündüz yürüyebilirim. Sadece sizin sayenizde değil. O aç gözlü hayvanların da sayesinde, yalnızca insanlık canları yakıldığında, köşeye sıkıştırıldıklarında her şeyi yakar ve yok ederler…

Monoloğun sesi giderek yükseliyordu ama aniden bir başkası onun sözünü kesti,

Pek onlar ile ilgilenmeyen tek kişi sonunda konuştu,

“Kapı hiç açılmadıysa, geldiklerinde seni bulmamızı nasıl oraya yazdırmış olabilirsin?”

Dil bilimci devam etti, “Seni buraya biri hapsetmiş. Kapı aralandı ama tamamen açılmadı. Kapıyı kapatınız Bay Kimble, sorun olmayacak, Oz güvende.” dedi sakince. Ve Kimble da çok düşünmeden kapıyı geri kapattı. Anahtar yine elindeydi ve delikte değildi. Delikten çıldırmış gibi kırmızı-turuncu ve yeşil ışıklar fışkırıyordu.

Sessizlik ve ışık gösterisi bir süre odayı kapladı.

“Diyor ki, onun adını söyleyin. Adı olmayanın adını. Ona başkaları tarafından verilmiş bir adı, ona ait olmasa da, herhangi birini, onu düşünerek, sadece söyleyin. Buraya birkaçı yazılmış, çok ilginç birkaç isim gerçekten. Neredeyse lise öğrencilerinin hayal güçlerine daha uygun isimler.”

Ses onu durdurmaya çalıştı, “Hayır!”

“-Etc…”

“Hayır! Sus!”

“-Rad…”

“Susmalısın, hayır, açmıştınız, kabul ettiniz. Lütfen”

“-Hor…”

Bir şey olmasını beklediler ama olmadı. “Belki H’yi yutuyoruzdur eh?”

“Etcrador?” dedi bu defa biraz daha kendinden emin olamayan bir şekilde. Siyahi adam kafasını kaşıyordu. Başka bir isme geçmek üzereydi.

Önce yine hiç bir şey olmadı sandılar.

Gözlerini kırparlarken odada onlar ile beraber bir başkasının daha olduğunu fark ettiler. Gözlerini kapattıklarında sadece kapıyı ve onu görebiliyorlardı artık.

Koyu gri bir din adamı cüppesine benzer kıyafeti içinde, siyah küt saçlı ne genç ne yaşlı, yüzü gayet sıradan bir adamdı. Ellerini önünde kol yenleri içinde birleştirmişti.

Kapının aksine, onlarda bir güven hissi bırakıyordu.

“Oh… Burayı unutmuşum.” dedi şaşkınca. Onlara tek tek baktı. “Oh… ilginç. Kusura bakmayın, izinsiz bir şekilde aklınıza şöyle bir göz attım.”

Kapıya döndü ve eliyle ahşap yüzeyine şöylece bir dokundu, “Biraz daha uyumaya ne dersin, onları yeterince korkuttun. Söz, seni daha sonra buradan çıkartacağım, sen bile orada olmayı hak etmiyorsun. Şimdilik uyu. İyi uykular.”

Adam boynunu kütletti ve sonra da ellerini kol yenlerinden çıkartarak parmaklarını da kütletti. “Hadi bakalım. Önce sizi buradan çıkartalım, sonra da güzel bir temizlik yapalım.”

Kimble sesi titreyerek göz yaşları içinde, “Ne oluyor, lütfen anlatın, siz kimsiniz?”

“Bana… ne istiyorsanız onu diyebilirsiniz, bu aralar Esrod diyorlar. Siz başka bir şey dediniz ve onu duyunca gelmek zorunda kaldım. Şaşırtıcı derecede kadim bir kelimeydi, çok şaşırtıcı. Neredeyse kurnazca. İyi ki buraya bunları yazmışım, yoksa kendimi geri gelmeye ikna edemezmişim.” Kendini taktir ederek kafasını sallayıp duvarları okuyordu. Siyahi adamın elini sıkarak tebrik etti.

Kapıyı başparmağı ile arkasını gösterip işaret ederek, “Ona aldırmayın, size yardımcı olabilirdi, gerçekten olabilirdi, ama sonra onu tekrar hapsetmek zorunda kalırdım.”

Sonra durdu, “Diğeri nerede?”

Hepsi birbirleri ile bakıştılar.

“Hangi diğeri?”

“Onlar ikizdir. Bir kapı ve bir taş vardır. Kapıyı açmamalı ve taşa dokunmamalısınız. Buraya geldiğinize göre taşı bulmuş olmalısınız. Sinekler falan görmüş olabilirsiniz. Genellikte en gencinizi esir alır.”

Kimble Kapının Ardındakinin tam olarak ne demek istediğini o anda anladı,

“Oz. Oğlum”

Esrod çok uzun bir iç çekti, “Belki de bu defa hapsetmem gerekmez. Öyle umut edelim. Hey, onlar kamera mı?” Yüzünü ekşitti, “Tüm olan biteni izlemişse çoktan kaçmıştır.”

“Olan oldu artık, suç sizin değil. Şimdi bu problemin tek bir çözümü var, o da kardeşleri bir araya getirmek. Elini uzatıp Kimble’dan anahtarı istedi, “Zaten onlar da bir araya gelmeye çalışıyorlardı. Tek beden, iki kişi. Oğlunu da sayarsak 3, zira onu yok edemezler, davet edilmediler.”

Adam tüm kalbiyle Esrod’a güvenirken buldu kendisini, olan biten her şey çok saçmaydı ve bilim ile açıklanabilecek bir şey değildi. Toplu sanrı veya halüsinojen tesiri altında kalmış olabilirdi, belki o mor bitkiler belki bu taşlar onlarda bu etkiyi yaratmıştı. Adam sabırsızca parmaklarını hadi ver der gibi yaptığında anahtarı sonunda verdi.

Hiç düşünmeden aniden kapının kilidini geri açtı ve kapıyı aralayıp içeriye girdi. Işık söndü. Her yer karardı ve gözlerini açtılar.

Araştırmacıların açtıkları kuyunun yanında, geniş alanda ayakta duruyorlardı. Herkes sanki bir canavar görmüş gibi onlara bakıyordu.

“Aniden, belirdiniz, sihir gibi, Puff! Nasıl?” Şef bağırıyordu, şaşkındı.

Uğultu halinde konuşmaya başladılar. Yanlarına geldiler ve dokunarak gördüklerini kendilerine inandırmayı çabaladılar. Cüppeli adam da onlarlaydı ama ona kimse aldırmıyordu. Hem de adam, çıplak ve çok ince bir kadını bir prenses gibi taşımaktaydı. Teni ve saçları o kadar beyazdı ki, eğer gün ışığı eskisi gibi olsaydı, aynı bir lamba gibi parlardı.

Kadını taş kaidenin üzerine yerleştirdi. Kadın uyuyordu. Kimble onlara uzaktan bakmak ile yetindi, ne olacağını hiç bilmiyordu ama huşu içinde tüm kalabalığa ve sorulara rağmen, aldırış etmeden sadece izliyordu.

Meleklerden biri güçlü bir hava patlaması ile yanlarında belirdi. Sonra bir diğeri, ve diğeri. Derken yüzlercesi, sonra binlercesi oradaydılar.

Aynı anda parmaklarını kaidenin yanındaki adama doğrulttular, “Tüketim için uygun değilsin, git.”

Esrod hakarete uğramış gibi yapmacık bir tavırla onlara döndü, “Benden daha inançlı birisini bulamazsınız oysa. Sizden kibarca rica ediyorum, lütfen burayı terk edin.”

En öndeki ayakları yere neredeyse değecek şekilde aşağıya süzüldü ve adamla yüz yüze geldi. Burunları neredeyse temas edecekti. Meleğin yüzü çok çirkin bir hal aldı, dişleri köpek balığı dişleri gibiydi, “DEFOL!” dedi tükürürcesine.

Esrod tek bir şey daha söylemedi.

Esrod sağ eli ile sanki önünde görünmeyen bir kapıyı açar gibi, veya bir kitaplıktaki kitabı hızla sağa iter gibi bir hareket yaptı. Soldan sağa doğru, keskin bir hareket.

Tüm melekler, eliyle gerçekten çarptığı önündeki dahil, istisnasız, balon gibi patlayarak küllere dönüştüler ve rüzgarda soğukta etrafa savruldular.

“Bu durumun icabına baktığımıza göre, gelelim daha önemli mevzuya.” dedi

İnsanlar donup kaldılar. Kimble ağzı açık kalakalmıştı.

“Eth, ablan Reth burada, hadi, uslu ol ve gel yanıma. Sana söz veriyorum size zarar vermeyeceğim.”

Boşluğa doğru konuştu ve tentelerden birinin kenarına dokunarak onu kendine çekti, tentenin kumaşı onun ellerinde çok güzel bir elbiseye dönüştü ve bununla kadını giydirdi.

Oz gölgelerden çıktı. O gölgelerin kendi içinde mi saklanmıştı yoksa başka bir yerden, başka bir gölgeyi kullanarak mı yanlarına gelmişti anlaması güçtü.

Artık tüm insanlar olan biteni yavaşça anlamaya başlamıştı ve adamın performansını usulca izlemekteydiler. Kurtarıcıları, bir şey yapıyordu. Kimble konuşmak isteyenlerin kollarına ve omuzlarına dokunarak tek tek susturdu. Akıllı insanların hali bir başka oluyordu.

Eth korkarak yanlarına geldi, Oz’un bedeniydi ama hiç de Oz gibi değildi.

“Artık uyumak istemiyorum efendi.” dedi ve diz çöktü.

Adam bir el hareketi ile bu defa kadını uyandırdı ve durumu anlaması için ona zaman tanıdı. Kadın biraz kızgın görünüyordu ama çaresiz bir görüntü de sunmaktaydı. Kimble az önce onlara yaşattığı dehşeti düşünmeden edemedi.

“Söyleyin, ne istiyorsunuz.” dedi Esrod, o ana kadar normalde takınmadığı bir ciddiyet ile.

“Özgürlük.” dediler aynı anda.

“Önce size güvenmeliyim.” dedi adam emreder bir şekilde.

Ablası ve oğlan el ele verdiler, “O zaman bizi sına.”

Esrod Kimble’a döndü, “Oğlunu sana geri veremem ama günü geldiğinde sana geri kendisi dönebilir, şimdilik onu bana çırak verir misin?” dedi hafifçe boynunu eğerek.

Kimble “bu adam benden rica ediyor ve boyun eğiyor, tüm melekleri tek hareket ile yok eden bir ulvi varlık benden ricada bulunuyor? Oğlumu geri getirecek? Ve rica ediyor…” şeklinde ve belki de bin mislini saniyeler içinde kafasında tekrarladı. “E-evet, lütfen, ona iyi bakın.” dedi gözleri kocaman, halen dilinde meleklerin külünün tadıyla.

Esrod kardeşlere geri döndü, “Artık birsiniz, adınız Ozethreth, üçünüz birsiniz, üçünüzün düşü, arzusu, hayali, gücü, amacı, öfkesi, neşesi, aşkı, rızası, ve en önemlisi zamanı birdir. Günahınız üçünüzündür, özgürsünüz, ilk işiniz bu dünyayı tekrar yaşanılabilir kılmaktır. Her yüz yıl geri döneceğim ve sizi yargılayacağım, tembellik ederseniz uyku geri gelir, itaatkarlıktan taviz verirseniz, kaçmayı denerseniz, uyku geri gelir, başkalarına ıstırap çektirirseniz, uyku geri gelir. Sizi bulurum. Cehenneme geri kaçsanız da sizi bulurum, hatta daha kolay bulurum.”

Cevap beklemedi. Eli ile bir tür hızlı selam verdi ve “şimdilik bu kadar, sanırım, kendinize iyi bakın ve lütfen o ismi tekrar söylemeyin olur mu?” dedi yüzünü ekşiterek. Kimble’a anahtarı geri verdi, “Eğer bir şey yaparsa anahtarı göğsüne doğru sokup çeviriyorsunuz, durur, öylece kalır, bunu başkalarına da nesillerce anlatın. Sorun yaratacağını zannetmiyorum, her şey daha iyi olacak.” dedi hızlı hızlı.

Ve aceleyle, yok oldu.

Bir insan aniden yok olursa zaten acelesi var demektir ama o anda, her şey o kadar hızlı ve inanılmaz bir boyutta gerçekleşti ki, “acelesi var” tam olarak cuk oturan bir tabirdi.

“Öyle birinin neden acelesi olabilir ki?” Kimble tekrar sıcak güneş ışığı ile aydınlanan göğe bakarken taştan kalkan çıplak, uzun boylu ve oğluna benzeyen adamı izledi.

Halen, bir şekilde, oğlu oradaydı.

Bölüm 22 İçin: Yakında…

--

--